Röportaj: Pelda Aytaş ile Sanatın İzinde

Pelda Aytaş
Pelda Aytaş

1992 yılında Diyarbakır'da doğdum.2014 Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Görsel Sanatlar Öğretmenliği Bölümü'nden mezun oldum. 2019 yılında Artuklu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yüksek Lisans Programından mezun oldum.

2014 Görsel Sanatlar Öğretmenliği'ne başladım. Mardin'in Dara köyünde hala öğretmenliğe devam etmekteyim. Diyarbakır ve Mardin'de üretimlerime devam etmekteyim. Nakış tekniğiyle ürettiğim Eserlerimde toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik, mekan ve bellek konularını ele alıyorum.

1. Eserlerinizde, sıradan yaşamın küçük değişimlerini varoluşun yetersizliği ve melankoliyle ilişkilendiriyorsunuz. Bu teması ele alırken gündelik olanı nasıl bir 'stratejiye' dönüştürüyorsunuz? Melankoliye karşı koyma çabası, sanatsal üretiminizin merkezinde neden bu kadar önemli bir yer tutuyor?

Gündelik hayat, içinde yaşadığımız gerçekliğin en dolaysız ve sürekli yüzleştiğimiz alanı. Ancak bu gerçeklik, sıradanın içinde saklı olan çatlaklarla, küçük sapmalarla kendini yeniden üretirken, aynı zamanda bir varoluş sıkıntısını da beraberinde getiriyor. Benim için bu sıkıntı, basitçe bir mutsuzluk hali değil; daha çok, varoluşun kendini sürekli sorgulaması, anlam arayışının tedirgin edici durağanlığı.Varoluşçu sanatçılar gibi ben de gündelik olanın içinde saklı bu melankoliyi görünür kılmaya çalışıyorum. Samuel Beckett'in tekrarlayan ve anlamsız gibi görünen eylemleri, Sophie Calle'in kişisel hayatın en mahrem ayrıntılarını belgeleyerek kurduğu mesafe, Louise Bourgeois'nın anılar ve ev içi mekanlarla kurduğu duygusal düğümler benim için önemli referanslar. Çünkü gündelik olanın içinde bir tür gerilim var: Hem tanıdık hem de yabancı, hem güvenli hem de tehditkâr. Ben de bu gerilimi nakış pratiğimle keşfetmeye çalışıyorum. Nakış, sabır ve tekrar gerektiren bir süreç. İpliğin her hareketi, varoluşsal bir tedirginliğin ritmine dönüşüyor. Küçük değişimlerin nasıl büyük anlamlar yaratabileceğini, en sıradan anın içinde nasıl devasa bir boşluk hissinin saklanabileceğini malzeme üzerinden anlatıyorum. Gündelik olanı bir 'strateji' olarak kullanmamın sebebi de bu: Melankolinin kaynağıyla oynamak, ona teslim olmak yerine, onu dönüştürmek. Sartre'ın "varoluş özden önce gelir" sözünü, tekstilin biçimsizliğini ve esnekliğini kullanarak yeniden düşündüğümde, sanatsal üretimim bir varoluş biçimi haline geliyor.Melankoliye karşı koyma çabası, belki de onu en saf haliyle kabullenmekten geçiyor. Bu yüzden ipliğin düğümleri, kimi zaman çözülmemek üzere atılmış, kimi zamansa sökülmeye hazır. Tıpkı gündelik hayat gibi: Hem sabit hem de kaygan.

2. İşlerinizde gerçekliği hem sezgilerinizle hem de gözlemlerinizle harmanlayarak yorumluyorsunuz. Bu metodolojik yaklaşım, izleyiciye günlük hayatın çözümlenmesinde nasıl bir kapı aralıyor? Kendi araçlarınızı oluştururken nelere odaklanıyorsunuz?

Gerçekliği hem sezgisel hem de gözlemsel bir yöntemle ele almam, aslında iki farklı algılama biçimini aynı düzlemde buluşturma çabamdan kaynaklanıyor. Sezgiler, bireysel deneyimlerin ve içsel anlam dünyasının filtresinden geçen bir yorumlama biçimi sunarken, gözlem ise dış gerçekliğin verileriyle yüzleşmemi sağlıyor. Bu metodoloji, izleyiciyi kendi gündelik hayatının çözümlemesini yapmaya davet eden bir kapı aralıyor çünkü işlerim, tekil bir anlatının ötesinde, kolektif deneyime dair de ipuçları taşıyor. Bireyin gündelik hayat içindeki varoluşsal konumunu, kendine ait ya da tamamen yabancı olduğu bir mekân üzerinden düşünmeye teşvik ediyorum.

Kendi araçlarımı oluştururken, malzemenin sınırlarını zorlamaya, bedensel ve zihinsel bir emek sürecinin izini sürmeye odaklanıyorum. Nakış, genellikle sessiz ve sabırlı bir direniş biçimi olarak algılanır; bense bu direnişi, mekânın ve aidiyet duygusunun belirsizleştiği noktalarda şekillendirmeye çalışıyorum. Kumaşın katmanlarını üst üste getirerek ya da ipliği düzensizce sökerek, aidiyetin sabit bir gerçeklik olmadığını, aksine sürekli inşa edilen bir his olduğunu vurguluyorum.

3. Soyut ve muhayyel mekânları somutlaştırırken, öznenin aidiyet duygusunu nasıl şekillendiriyorsunuz? Mekânın, bireyin kimliğiyle kurduğu ilişkiyi eserlerinizde yeniden tanımlama motivasyonunuz nedir?

Soyut ve muhayyel mekânları somutlaştırırken, öznenin aidiyet duygusunu, mekânın geçirgenliği üzerinden şekillendiriyorum. Mekân, sadece dört duvardan ibaret değil; aynı zamanda belleğin, geçmişin ve arzuların dokunduğu bir yüzey. Bir yerin içselleştirilmesi, orayla kurulan duygusal ve bedensel ilişkilerle mümkün oluyor. İşlerimde, sınırları belirsiz, çözülmeye hazır ya da katılaşmış mekânsal örgüler yaratarak, aidiyet hissinin kırılganlığını açığa çıkarıyorum. Mekânın bireyin kimliğiyle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlama motivasyonum ise, kişisel ve politik bir noktadan besleniyor. İçinde bulunduğum coğrafyada, mekân sadece fiziksel bir varlık değil; aynı zamanda bir aidiyet, dışlanma, göç, baskı ya da sahiplenme hikâyesi taşıyor. Kadınların özel alanı olarak tanımlanan ev içi mekânlardan, kamusal alanda görünürlük mücadelesine kadar, mekânın toplumsal cinsiyetle ve kimlikle nasıl kesiştiğini işlerimde sorguluyorum.Bunu nakışın yavaş ama dirençli diliyle işlemeye devam ediyorum.

4. Gündelik pratikleri ironik bir dille ele alarak, insanların sergilediği 'rollerin ardını' gösteriyorsunuz. Bu eleştirel bakış, izleyicinin kendi rutinlerini sorgulamasını nasıl hedefliyor? İroni, mesajınızı iletmek için neden etkili bir araç?

Gündelik pratiklerin içinde, farkına varmadan tekrar ettiğimiz roller var. Bedenimizi, sözlerimizi, tepkilerimizi çoğu zaman bir sahnede oynuyormuşuz gibi sergiliyoruz. Bu durum, gündelik hayatın kendisinin ne kadar kurallı, tekrar eden ve hatta absürt olduğunu düşündürtüyor. Benim için ironi, bu absürtlüğü açığa çıkarmanın en güçlü yollarından biri. İroni, izleyiciyi rahatlatan bir mesafe yaratıyor ama aynı zamanda o mesafenin içinde sıkışıp kaldığımız gerçekleri fark etmemizi sağlıyor.

İzleyicinin kendi rutinlerini sorgulaması, kendisiyle ve alışkanlıklarıyla yüzleşmesiyle mümkün. İşlerimde kullandığım ironik dil, bu yüzleşmeyi doğrudan değil, dolaylı yoldan sağlıyor. Mesela, toplumsal cinsiyet rollerini nakış gibi ev içi bir malzemeyle işleyerek, evcilliğin ne kadar politik olduğunu düşündürtmek istiyorum. İroni burada bir stratejiye dönüşüyor: Beklenmedik bir kırılma yaratarak izleyiciyi ters köşeye düşürmek, onun farkında olmadan oynadığı rolü yeniden düşünmesini sağlamak.

5. Fotoğraf medyumunu ipler ve kumaşlarla 'bozarak' ona yeni bir beden kazandırıyorsunuz. Bu müdahale, geleneksel fotoğrafın nesne-özne ilişkisine nasıl meydan okuyor? Optiği dönüştürme fikri nereden doğdu?

Fotoğrafın geleneksel olarak nesneyi kaydetme ve ona dair bir gerçeklik üretme işlevi var. Ama benim pratiğimde fotoğrafın bu otoritesini bozmak istiyorum. İpler, kumaşlar ve dokularla müdahale ettiğimde, fotoğraf artık sadece bir belge olmaktan çıkıyor; fiziksel olarak değiştirildiği için sabit, objektif bir gerçekliği temsil edemez hale geliyor. Onu yeniden üreterek, kaydedilmiş olanın da manipüle edilebileceğini gösteriyorum. Bu, fotoğrafın her zaman bir gerçeklik sunmadığını, aslında kurgulanabilir olduğunu düşündüren bir hamle.

Optiği dönüştürme fikri, fotoğrafın sadece göze hitap eden bir imge olmasıyla ilgiliydi. Ama ben dokunulabilir, hissedilebilir ve değiştirilebilir bir şey yaratmak istedim. Fotoğraf yüzeyini iplerle bozmam, bakışın sabitliğini kırarak, izleyicinin onu sadece izleyen değil, aynı zamanda varlığını hisseden biri olmasını sağlıyor. Bu da özne-nesne ilişkisini değiştiriyor: Artık izleyici sadece bakan değil, imgelerin dokusal ve fiziksel varlığıyla karşı karşıya kalan biri.

6. Nakış tekniğini, sanat ve zanaat arasındaki hiyerarşiyi sorgulamak için kullanıyorsunuz. Kadınlara atfedilen bu geleneksel pratik, sizin için tarihsel ve kimliksel bir direniş aracına nasıl dönüştü? İplik, kolektif bir hafızanın izlerini taşıyor mu?

Sanat tarihinde nakış hep "zanaat" olarak, yani ikincil bir kategoriye hapsedildi. Bu durum, sadece malzemenin niteliğiyle değil, aynı zamanda bu pratiğin kime ait olduğu ile ilgili. Nakış, tarih boyunca kadınlarla ilişkilendirildiği için "yüksek sanat" olarak kabul edilmedi. Benim için bu hiyerarşiyi sorgulamak, sadece sanatsal bir mesele değil, aynı zamanda politik bir duruş. Çünkü nakış, sessiz ve yavaş bir direnme biçimi olarak da okunabilir.

Kendi pratiğimde, nakışın bu dışlanmış konumunu kullanarak, onu bir direniş aracına dönüştürüyorum. Kadınların tarihin farklı noktalarında iplik aracılığıyla hikâyelerini aktardığını biliyoruz: Ortaçağ'daki işleme geleneğinden, direnişin bir formu olarak işlenen kilimlere kadar... Bu yüzden iplik sadece bir malzeme değil, aynı zamanda kolektif bir hafızanın taşıyıcısı.

Benim için iplik, aynı anda hem kişisel hem de toplumsal bir anlatı oluşturuyor. Dikişin içinde, geçmiş kuşakların emeği, sökülüp yeniden dikilen hikâyeler var. Bu yüzden her bir dikiş, geçmişin yankısını taşırken, aynı zamanda bugünü yeniden yazmak için bir imkân sunuyor.